1 Ekim 2012 Pazartesi

4.5 Grand Slam Geride Kaldı


Epeydir bu tarz bir aksiyona girme düşüncesindeydim. Artık twitter’da 140 karaktere sığdırmak zor oluyordu yorumları çünkü. Gencolara bu fırsatı bana sundukları için teşekkür ediyorum.

Öncelikle bu sezon 4 Grand Slam’i geride bıraktığımızı düşünürsek, sezonun geriye kalanı kısa ve aslında geride bıraktığımız bölüm kadar da önemli değil. ATP’de önemli diyebileceğimiz iki Masters turnuvası ve bir de sezon sonu turnuvası bizleri bekliyor.

Peki sezonun geride bıraktığımız kısımlarında ne oldu?

Öncelikle Avustralya Açık’ı bir kenara bırakırsak aslında sezona damgasını vuran hava koşullarıydı. Roland Garros’ta, Wimbledon’da ve yine Wimbledon kortlarında yapılan olimpiyatlarda yağmur. Amerika Açık’ta ise yağmura eşlik eden şiddetli rüzgarlar vardı.


Grand Slam’lerin her birinin farklı bir oyuncu tarafından kazanılmasıysa son bir kaç senedir göremediğimiz bir durumdu. Avustralya Açık’ta 2011’de inanılmaz performans sergileyen Djokovic muazzam bir final maçında Nadal’ı 5 sette yenerek kafalara ‘Acaba bu sezona kaldığı yerden devam edebilecek mi?’ sorusunu yerleştirdi. Ama bir önceki sezondaki formundan uzak olduğu ise gözlerden kaçmadı. Sporda en üst formu yakalayıp, o noktada kalabilmek pek kolay değil tabii ki. Ancak ekstrem bir seviyeden normale doğru yaklaşan formun bir başka sebebi olarak kortların dışında yapılan oksijen terapisi gibi yan yöntemlerin yasaklanmasıyla da bağlantı kuranlar oldu. Doğruluğu veya yanlışlığı konusunda kesin bir kanıya ulaşmak zor, ancak Djoker’in 2011’deki durdurulamaz performanslarından sonra Avustralya performansı rekabetin geri döneceğine dair bir işaret gibiydi.

Toprak kort sezonunun başlaması ise çoğu zaman olduğu gibi Nadal’a yaradı. Turdaki aktif oyuncular Nadal’ın topraktaki üstünlüğü son derece açık, ama Djokovic’in özellikle Nadal’a karşı aldığı üst üste aldığı galibiyetler sonrasında Nadal da maçlardan önce çekineceği birini bulmuş gibiydi. Ancak özellikle Monaco ve Rome Masters finallerinde Nadal’ın Djokovic’e karşı aldığı galibiyetler özellikle Roland Garros öncesi Nadal’a moral oldu. Burada özellikle bir parantez açmak istiyorum: Madrid Masters turnuvası bu sezon ilk defa kırmızı toprağa göre daha hızlı olan mavi toprak zemin üzerinde oynandı, ama özellikle oyuncuların zeminin kayganlığından şikayet etmesi nedeniyle önümüzdeki sene tekrar alışılagelmiş kırmızı toprakta oynanmaya devam edecek.



Havaların yavaş yavaş ısınmasıyla birlikte özellikle olimpiyatların da bulunduğu yoğun ve sıcak yaz takvimine Roland Garros’la başladık. Roland Garros için en büyük merak konusu Djokovic’in kariyer ‘Grand Slam’i yapıp yapamayacağıydı. Eğer Djoker turnuvayı kazanırsa sadece kariyer Grand Slam’i değil 1969’dan beri yapılamayan ‘Takvim Slam’ini de yaparak adını tenis tarihine yazdıracaktı. Ancak turnuvadaki performansı kafalarda soru işaretleri yaratıyordu. Özellikle oynadığı 5 setlik maçlar Nole’nin finale fiziksel olarak daha yorgun bir şekilde gelmesine sebep oldu. Nadal ise toprakta her zamanki gibiydi. Finale set vermeden yürüdü ve pek çok kişi tarafından tahmin edilen Nadal – Djokovic finali gerçekleşmiş oldu. Roland Garros’ta gece seansı olmadığı için pazartesiye sarkan finalde 4 sette Nadal şampiyon olurken, ‘Yağmur araları olmasaydı sonuç nasıl olurdu?’ sorusu bizimle kaldı.



Roland Garros finaliyle arasında yalnızca 2 hafta bulunan Wimbledon ise sürprizlerle doluydu. En büyük sürpriz Nadal’ın 2. turda dünya 100 numarası Lukas Rosol’a 5 sette kaybetmesiydi. Bu mağlubiyet özellikle üzerinde durmamız gereken bir mağlubiyet, çünkü Nadal o maçtan beri dizlerindeki sakatlığın nüksetmesi nedeniyle korta çıkmış değil. Son olarak Eylül başında doktorunun yaptığı açıklama ise Nadal’ın 1.5 ay içerisinde tekrar kortlara döneceğini söylüyor, Nadal ise twitter’da yaptığı açıklamada kortlara kendisini tamamen iyi hissetmeden dönmeyeceğini kendisi de açıklamıştı. Sürprizlerle dolu kısmının 2. ve daha önemli olanıyla devam edelim: Roger Federer. Federer’in bir Grand Slam daha kazanıp kazanamayacağı tenisseverler tarafından tartışıladursun, kendisi 2012’de hedef olarak bir Grand Slam daha kazanarak dünya 1 numarasına geri dönmek istediğini pek çok kez belirtmişti. En sevdiği ve oyun stiline en uygun olan zemine sahip olan Wimbledon ise onun için adeta biçilmiş kaftandı. Tabii yine de bunların hiçbiri yeterli olmuyordu. Özellikle Roland Garros yarı-finalinde Djokovic’e kaybettiği maçtaki performansından sonra, pek çokları tarafından tehlike çanları ‘yaşlı’ Federer için çalınmaya başlanmış, artık kariyerinin sonuna geliyor yorumlarının ise önüne geçilemez olmuştu. Açıkçası o performans sonrasında Federer’in Wimbledon performansı beni de şaşırtmadı değil. Ama özellikle oyun stilinde yaptığı ufak değişiklikler ve çimde kendine olan güveniyle Federer önce yarı-finalde Djokovic’i, finaldeyse kendi evinde mücadele eden Andy Murray’i mağlup ederek 17. Grand Slam zaferini elde ederek hem kendi hedeflerine ulaşmış, hem de yapılan eleştirilere bir nokta koymuş oldu.

Wimbledon’dan sonra sezona ‘küçük’ Wimbledon’la devam ettik. Küçük dememin asıl sebebi Grand Slam’lerin aksine, ki bence bu kesinlikle güzel bir uygulama değil, olimpiyatlarda maçlar 3 set üzerinden oynanıyor. Yalnızca altın madalya maçı 5 set üzerinden oynanan bir karşılaşma oluyor. ‘Küçük’ Wimbledon ile ağabeyinin arasındaki tek fark setlerde uygulanan bu kural değişikliği değil. Wimbledon’da uygulanan beyaz giyme zorunluluğu olimpiyatlarda uygulanmadı ve Wimbledon kortlarında alışılagelmemiş bir görüntü olan ‘renkli’ görüntülerle karşılaştık. Olimpiyatlarla birlikte konuşmaya başlamamız gereken kişinin kim olduğunu sanıyorum tahmin ediyorsunuz. Evet, sıra Andy Murray’e geliyor. Final yolunda özellikle yarı final maçında son seti 19-17 biten Del Potro maçıyla birlikte fiziksel olarak yorgun bir Federer karşısında Murray yine kendi evinde (ama bu sefer çok daha Davis Cup havasında bir atmosferde) bu sefer başarıya ve altın madalyaya ulaşarak finallerdeki ‘kaybeden’ kimliğini üzerinden atarak kendi için büyük bir adım atmış oldu.



Amerika Açık’ta ise bu sezon alıştığımız hava koşullarının yarattığı olumsuzluklar ne yazık ki kalitenin yüksek olduğu bir tenis izlememize engel oldu. Nadal’ın yokluğunda yükselen formuyla Federer en büyük favori olarak gösteriliyordu, ama kendisinin de alışık olmadığı bir şekilde çeyrek finalde Tomas Berdych’e kaybetti. Amerika Açık 2011 şampiyonu Djokovic ise finale yükselirken pek de zorlanmadı.  Murray ise olimpiyatlarda atladığı eşiğin ne kadar büyük olduğunu özellikle finalde Djokovic karşısında ortaya koyduğu oyunla gösterdi ve yıllardır hayalini kurduğu ilk Grand Slam’ine kavuşmuş oldu. Amerika Açık ne yazık ki sadece ilklere değil, sonlara da sahne oldu. Turun en önemli oyuncularından Andy Roddick, sürpriz bir kararla turnuva sonrasında tenisi bırakacağını keyifli bir açıklamayla bizlere bildirdi. Son karşılaşmasını 4. turda Juan Martin Del Potro’yla oynayan 2003 Amerika Açık şampiyonu, en sevdiği turnuvada tenise veda etmiş oldu.



Peki bizleri sezonun geri kalanında ne bekliyor?

İlk Grand Slam’ini kazanan Andy Murray, tenisten bir süre uzak kalacağını açıklayan Federer, 2011’deki formundan uzak Djokovic ve sakatlıktan geri dönecek olan Nadal. Aslında ilk bakışta çok da ilgi çekici gözükmüyor. Tenisseverler tam bir belirsizlikle karşı karşıya gibi gözüküyor, ki böyle düşününce insan bir sonraki büyük turnuvayı iple çekmeye başlıyor. Bilmeyenler ve unutanlar için hatırlatayım: Shanghai Masters 7 Ekim’de başlıyor.

Hiç yorum yok: