Epeydir bu tarz bir aksiyona girme düşüncesindeydim. Artık
twitter’da 140 karaktere sığdırmak zor oluyordu yorumları çünkü. Gencolara bu
fırsatı bana sundukları için teşekkür ediyorum.
Öncelikle bu sezon 4 Grand Slam’i geride bıraktığımızı
düşünürsek, sezonun geriye kalanı kısa ve aslında geride bıraktığımız bölüm
kadar da önemli değil. ATP’de önemli diyebileceğimiz iki Masters turnuvası ve
bir de sezon sonu turnuvası bizleri bekliyor.
Peki sezonun geride bıraktığımız kısımlarında ne oldu?
Öncelikle Avustralya Açık’ı bir kenara bırakırsak aslında
sezona damgasını vuran hava koşullarıydı. Roland Garros’ta, Wimbledon’da ve
yine Wimbledon kortlarında yapılan olimpiyatlarda yağmur. Amerika Açık’ta ise
yağmura eşlik eden şiddetli rüzgarlar vardı.
Grand Slam’lerin her birinin farklı bir oyuncu tarafından
kazanılmasıysa son bir kaç senedir göremediğimiz bir durumdu. Avustralya
Açık’ta 2011’de inanılmaz performans sergileyen Djokovic muazzam bir final
maçında Nadal’ı 5 sette yenerek kafalara ‘Acaba bu sezona kaldığı yerden devam
edebilecek mi?’ sorusunu yerleştirdi. Ama bir önceki sezondaki formundan uzak
olduğu ise gözlerden kaçmadı. Sporda en üst formu yakalayıp, o noktada
kalabilmek pek kolay değil tabii ki. Ancak ekstrem bir seviyeden normale doğru
yaklaşan formun bir başka sebebi olarak kortların dışında yapılan oksijen
terapisi gibi yan yöntemlerin yasaklanmasıyla da bağlantı kuranlar oldu.
Doğruluğu veya yanlışlığı konusunda kesin bir kanıya ulaşmak zor, ancak
Djoker’in 2011’deki durdurulamaz performanslarından sonra Avustralya
performansı rekabetin geri döneceğine dair bir işaret gibiydi.
Toprak kort sezonunun başlaması ise çoğu zaman olduğu gibi
Nadal’a yaradı. Turdaki aktif oyuncular Nadal’ın topraktaki üstünlüğü son
derece açık, ama Djokovic’in özellikle Nadal’a karşı aldığı üst üste aldığı
galibiyetler sonrasında Nadal da maçlardan önce çekineceği birini bulmuş
gibiydi. Ancak özellikle Monaco ve Rome Masters finallerinde Nadal’ın
Djokovic’e karşı aldığı galibiyetler özellikle Roland Garros öncesi Nadal’a
moral oldu. Burada özellikle bir parantez açmak istiyorum: Madrid Masters
turnuvası bu sezon ilk defa kırmızı toprağa göre daha hızlı olan mavi toprak
zemin üzerinde oynandı, ama özellikle oyuncuların zeminin kayganlığından
şikayet etmesi nedeniyle önümüzdeki sene tekrar alışılagelmiş kırmızı toprakta
oynanmaya devam edecek.
Havaların yavaş yavaş ısınmasıyla birlikte özellikle
olimpiyatların da bulunduğu yoğun ve sıcak yaz takvimine Roland Garros’la
başladık. Roland Garros için en büyük merak konusu Djokovic’in kariyer ‘Grand
Slam’i yapıp yapamayacağıydı. Eğer Djoker turnuvayı kazanırsa sadece kariyer
Grand Slam’i değil 1969’dan beri yapılamayan ‘Takvim Slam’ini de yaparak adını
tenis tarihine yazdıracaktı. Ancak turnuvadaki performansı kafalarda soru
işaretleri yaratıyordu. Özellikle oynadığı 5 setlik maçlar Nole’nin finale
fiziksel olarak daha yorgun bir şekilde gelmesine sebep oldu. Nadal ise
toprakta her zamanki gibiydi. Finale set vermeden yürüdü ve pek çok kişi
tarafından tahmin edilen Nadal – Djokovic finali gerçekleşmiş oldu. Roland
Garros’ta gece seansı olmadığı için pazartesiye sarkan finalde 4 sette Nadal
şampiyon olurken, ‘Yağmur araları olmasaydı sonuç nasıl olurdu?’ sorusu bizimle
kaldı.
Roland Garros finaliyle arasında yalnızca 2 hafta bulunan
Wimbledon ise sürprizlerle doluydu. En büyük sürpriz Nadal’ın 2. turda dünya
100 numarası Lukas Rosol’a 5 sette kaybetmesiydi. Bu mağlubiyet özellikle
üzerinde durmamız gereken bir mağlubiyet, çünkü Nadal o maçtan beri dizlerindeki sakatlığın nüksetmesi nedeniyle korta çıkmış değil. Son olarak Eylül başında
doktorunun yaptığı açıklama ise Nadal’ın 1.5 ay içerisinde tekrar kortlara
döneceğini söylüyor, Nadal ise twitter’da yaptığı açıklamada kortlara kendisini
tamamen iyi hissetmeden dönmeyeceğini kendisi de açıklamıştı. Sürprizlerle dolu
kısmının 2. ve daha önemli olanıyla devam edelim: Roger Federer. Federer’in bir
Grand Slam daha kazanıp kazanamayacağı tenisseverler tarafından tartışıladursun,
kendisi 2012’de hedef olarak bir Grand Slam daha kazanarak dünya 1 numarasına
geri dönmek istediğini pek çok kez belirtmişti. En sevdiği ve oyun stiline en
uygun olan zemine sahip olan Wimbledon ise onun için adeta biçilmiş kaftandı.
Tabii yine de bunların hiçbiri yeterli olmuyordu. Özellikle Roland Garros
yarı-finalinde Djokovic’e kaybettiği maçtaki performansından sonra, pek çokları
tarafından tehlike çanları ‘yaşlı’ Federer için çalınmaya başlanmış, artık
kariyerinin sonuna geliyor yorumlarının ise önüne geçilemez olmuştu. Açıkçası o
performans sonrasında Federer’in Wimbledon performansı beni de şaşırtmadı
değil. Ama özellikle oyun stilinde yaptığı ufak değişiklikler ve çimde kendine
olan güveniyle Federer önce yarı-finalde Djokovic’i, finaldeyse kendi evinde
mücadele eden Andy Murray’i mağlup ederek 17. Grand Slam zaferini elde ederek hem kendi
hedeflerine ulaşmış, hem de yapılan eleştirilere bir nokta koymuş oldu.
Wimbledon’dan sonra sezona ‘küçük’ Wimbledon’la devam ettik.
Küçük dememin asıl sebebi Grand Slam’lerin aksine, ki bence bu kesinlikle güzel
bir uygulama değil, olimpiyatlarda maçlar 3 set üzerinden oynanıyor. Yalnızca
altın madalya maçı 5 set üzerinden oynanan bir karşılaşma oluyor. ‘Küçük’
Wimbledon ile ağabeyinin arasındaki tek fark setlerde uygulanan bu kural
değişikliği değil. Wimbledon’da uygulanan beyaz giyme zorunluluğu
olimpiyatlarda uygulanmadı ve Wimbledon kortlarında alışılagelmemiş bir görüntü
olan ‘renkli’ görüntülerle karşılaştık. Olimpiyatlarla birlikte konuşmaya
başlamamız gereken kişinin kim olduğunu sanıyorum tahmin ediyorsunuz. Evet,
sıra Andy Murray’e geliyor. Final yolunda özellikle yarı final maçında son seti
19-17 biten Del Potro maçıyla birlikte fiziksel olarak yorgun bir Federer
karşısında Murray yine kendi evinde (ama bu sefer çok daha Davis Cup havasında
bir atmosferde) bu sefer başarıya ve altın madalyaya ulaşarak finallerdeki
‘kaybeden’ kimliğini üzerinden atarak kendi için büyük bir adım atmış oldu.
Amerika Açık’ta ise bu sezon alıştığımız hava koşullarının
yarattığı olumsuzluklar ne yazık ki kalitenin yüksek olduğu bir tenis
izlememize engel oldu. Nadal’ın yokluğunda yükselen formuyla Federer en büyük
favori olarak gösteriliyordu, ama kendisinin de alışık olmadığı bir şekilde
çeyrek finalde Tomas Berdych’e kaybetti. Amerika Açık 2011 şampiyonu Djokovic
ise finale yükselirken pek de zorlanmadı.
Murray ise olimpiyatlarda atladığı eşiğin ne kadar büyük olduğunu
özellikle finalde Djokovic karşısında ortaya koyduğu oyunla gösterdi ve
yıllardır hayalini kurduğu ilk Grand Slam’ine kavuşmuş oldu. Amerika Açık ne
yazık ki sadece ilklere değil, sonlara da sahne oldu. Turun en önemli
oyuncularından Andy Roddick, sürpriz bir kararla turnuva sonrasında tenisi
bırakacağını keyifli bir açıklamayla bizlere bildirdi. Son karşılaşmasını 4.
turda Juan Martin Del Potro’yla oynayan 2003 Amerika Açık şampiyonu, en
sevdiği turnuvada tenise veda etmiş oldu.
Peki bizleri sezonun geri kalanında ne bekliyor?
İlk Grand Slam’ini kazanan Andy Murray, tenisten bir süre
uzak kalacağını açıklayan Federer, 2011’deki formundan uzak Djokovic ve
sakatlıktan geri dönecek olan Nadal. Aslında ilk bakışta çok da ilgi çekici
gözükmüyor. Tenisseverler tam bir belirsizlikle karşı karşıya gibi gözüküyor,
ki böyle düşününce insan bir sonraki büyük turnuvayı iple çekmeye başlıyor.
Bilmeyenler ve unutanlar için hatırlatayım: Shanghai Masters 7 Ekim’de
başlıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder